TÜRKİYE'DEKİ KAÇAK ERMENİLERİN DURUMU, ERMENİ TEZLERİ ve TÜRKİYE


turklere biz savas actik kacaznuni225





Hani yıllar önce kaçak Ermenilerin durumunu ortaya koyup bir de öneri getirmiştim ya!
Bu gece bu önerinin oldukça benzerinin "Teke Tek" programında tekrarlanması ilgimi çekti.

Önerim neydi?
Hangi milletten olursa olsun, Ermeniler de dâhil olmak üzere, Türkiye'de yaşadığı hâlde isteği dışında sürgüne gönderilmiş kim varsa buyursun, geri gelsin, Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşı olsun.

Yalnız onlar mı?
Öz be öz Türk olup da Cemiyet-i Akvam, İngiltere, Fransa, Yunanistan, İtalya, Romanya, Sırp-Hırvat-Sloven Krallığı ve sinsi gözlemci Amerika Birleşik Devletleri'nin baskıları sonucu; "Mübadil" adını alarak Yunanistan'a gönderilmek zorunda kalınan ve belki de bugün asıllarını unutmak zorunda bırakılmış tüm soydaşlarımız da...

Yalnız onlar mı?
Kaçak olduklarını herkesin bildiği, Türkiye'de yaşayan Ermenistan Vatandaşı kaçak işçiler ve aileleri de Türk Vatandaşlığı'na alınsın.
Tanımlaması farklı olsa da uygulamada devletle özdeşleşmiş, hatta daha da özdeşleşmeye gayret eden bugünkü hükûmet mademki yasaları uygulamamış, o insanların kaçak olarak gelmelerine, Türkiye'de yurtlanmalarına göz yummuş; bilerek, isteyerek yaptığı bu yanlışı insanlık, insan olmanın onuru adına telafi etmek gerekir.
Çünkü o insanlar arasında, ülkemizi ülkeleri olarak bilen yeni kuşaklar yeşermekte...

Yalnız onlar mı?
Aynı durumda olan diğer kaçak yabancılar da...

Geçmişte yaşananlar mademki Osmanlı Coğrafyası sınırları içinde olmuş, Osmanlı Tebası olan tüm halkların hakları da bugün o sınırlar içinde hüküm süren devletler tarafından karşılanmalıdır. Yani Türkler Osmanlı'ydı da Yunanlılar, Araplar, Bulgarlar, Ermeniler ve diğerleri Osmanlı değil miydi?
Herkesin, ama Türkler dahil
herkesin ne hakkı varsa ortaya dökülsün, bundan sonra da hesaplar kesilsin. 

Bu konuda tek korkum hak aramaktan korkan milletimin uyuşukluğudur.
Bu uyuşukluğun son fotoğrafları, Kıbrıs'ta haklarını arama becerisini gösterememeleri ve Ermeni, Yunan, Amerikan, Avrupa Birliği yaygaralarına sürekli boyun eğmeleridir.

Önerdiğim konunun bir takım kurallara bağlanması gerekir diyenlere cevabım biraz Demirelvâri olacak ama ne yapayım ki söylemek zorundayım.
- "Biz aksini mi söyledik ki? Hem söylemişsem ne söylemişim deyiverin bakayım."
Bizim işsizler ne olacak diyen varsa onu halletmek de hükûmetin görevi... Hükûmet çözüm bulamazsa bende onun da formülü var.

Ey Özelleştirme Aşıkları!
Siz "Kamu İktisadi Teşekkülleri"nin ilk amaçlarından birinin işsizliğe çare olduğunu bilmiyordunuz değil mi?
Hani Atatürk'ten, İnönü'ye; Demokrat Parti'den Demirel'e kadar tüm yöneticilerin yokluklar içinde yoksulluklar içinde bin bir emekle açıp işler hâle getirdikleri fabrikalar, kurumlar var ya! İşte onlardan söz ediyorum. Hani 85 yılda yapılmayanı yaptık propagandalarıyla bir çırpıda sattığınız fabrikalardan, kurumlardan, limanlardan, arsalardan, arazilerden, binalardan bahsediyorum.
Acaba anlayabildiniz mi "KİT"lerin hikmetini...
Onlar kötü işletilmişse arpalık hâline getirilmişse bu tamamen siz siyasetçilerin suçu... Ülkeye hizmet yerine, oy depolarına yaranıp yeniden seçilme gayretinizdendi.

Bende işsizliğin formülü var da programdaki konuşmacılar arasında da korkunç bir adam var.
Aman Allah'ım!

Aman aman aman!

Gerçekten korkunç bir adam.
Her şeyi maharetle çarpıtıyor. Tek yönlü, taraflı, kavgacı ve karşı tarafla alay eden, kanımca insanlıktan nasiplendiği şüphe götürür biri.

Adı, Sevan Nişanyan...
"Tuğçe Baran"dan dönme Mutlu Tönbekici'nin eski eniştesiymiş.
Hani, Necati Doğru'nun ülkemiz yararına olacak bir yazısına yasak koyup istifasına neden olan insanların yönettiği; her okuduğumda yapılan yanlışlar nedeniyle aklıma zor sahip olduğum
Vatan adlı gazetede köşe yazarlığı yapmakta olan çift kimlikli o hanımın eski eniştesi... 

Hani insanların adlarıyla alay eden, gazeteciliği; gezip gördüğü yerleri yazmak, sevgilisinden söz etmek, kışlık yazlık evini anlatmak sanan ve bunları sansürsüz yazabilme iznini edinmiş hanımın eski eniştesi...

Hani Türkiye aleyhine her konunun içine koşarak giren "BAYAN" var ya işte onun... Bunu öğrenince Tuğçe Baran'dan dönme Mutlu Tönbekici'nin nedenlerini daha iyi anlar oldum.

Şu Nişanyan'a bir kez daha bakalım.
Olayları yalanmış, iftiraymış, uydurmaymış, hayaliymiş diye sınıflandırma beceri ve melekesinden yoksun;
vicdanı sızlamadan tüm kötü sözleri Türkler için sarfedebilen, az önce söylediği sözü karşı taraftan biri ele alınca daima "Mesele o değil" diyen; bağırıp çağıran, hakaret üstüne hakaret yağdıran bu tuhaf adam, Ermeni Tezi'nin ne olduğunu en iyi şekilde öğretti bize...
Türkiye'nin her iyi niyetli yaklaşımını küçümseme, yalan, iftira, çamur,
gerçeklerle alay etme, başka konuda olsa insanı kahkahalarla güldürecek bilgisizliğinin ve sapla samanı ayırt edememenin getirdiği saçma sapan savlar, her doğruya karşı hemen bir alternatif yalan üretme, bilimsel yaklaşımlara ret!
İyi de bunun adı ne?
O cevabı da ben vereyim: Çözümsüzlük!

Çözümden kaçmanın çözümden korkmanın tek kelimelik özetidir bu...
Ha Diaspora ha Ermenistan ha Sevan Nişanyan ha onların kafadaşları.
Aynı hamam içindeki aynı tas hepsi...

Program sonunda, her şey yarın halledilecekmişcesine atılan karşılıklı kahkahalara bakmayın siz...
Nedense bir yabancı gördüklerinde demokrasi ve hoşgörü sembolü figürler saçmaya özel gayret gösteren insanımızın zayıflığındandır, o!
Bu konuda Sayın Yusuf Halacoğlu'nu tenzih etmek isterim.
O değerli bilim adamı; her zaman nazik her zaman kibar her zaman asil...
Bilgi ve birikimi destekliyor onu...

Bu yazıyı okuyanlardan bana kızanlar çıkabilir.
Sakın ha!
Bazı şeyleri önermek, benim de o pes edenler arasında olmamı gerektirmiyor.
Yaşayıp gördüklerim bana şunu söylüyor.
Ermeniler; Ermeni, evet evet Ermeni, Türk ve Kürt soyuna kırım yapmışlardır.
Yaptıkları bu kırımın; savaştı, haktı, hukuktu diye tutunacak dalları da yok.
Yardakçıları kimdi derseniz?..
Yardakçı mıydılar, yaratıcıları mıydılar diye ayırt etmek zor ama aşağıya sıralayayım hemen:
Amerika, Rusya, Fransa, İngiltere, Almanya...
O kadar mı?
Olur mu?
Onlar yalnız başroldekiler, kötülüğün fışkıran kaynağıydılar.
Tetikçileri sıralarsak; Arap'ından Yunan'ına, Makedon'undan Bulgar'ına kadar Osmanlı Coğrafyası içinde yaşamış ve Osmanlı Halkı'nı soykırıma uğratmış eli kanlı her millet...
Dinini, dilini yüzyıllarca serbestçe yaşayabilen bu insanlar, Türkler savaşlarda kırılırken hayatı özgürce ve keyifle yaşamaktan sarhoş bir hâlde yukarıda adı sayılan o devletlerin önderlik ve himayelerinde ellerini kanla yıkadılar.
Milletim bunları bilmiyorsa yöneticilerim bunları anlatmaktan acizse ne olmuş?
Kozmik bellekte yazılıdır hepsi.

Gün gelir devran döner, o bilgiler o bellekten yeryüzüne iner.
Biz görür müyüz bilmem ama inme zamanı hızla gelmekte gibi...
Allah'ın adaletine sevinmek gerekmez mi?
O da o bilgileri koymuş terazisine yola çıkarmış bile...
Bu kadar aşağılanmanın sonu, Türkiye için aydınlık çağın yaklaşmakta olduğundan mı acaba? Söyleyen ben değilim inanın.
Tarih boyunca bu hep böyle olmuş da onun yalancısıyım.





BİLGİ NOTU
- Cemiyet-i Akvam:
28 Nisan 1919 tarihli konferansla sözleşme koşulları kabul edildikten sonra, resmen 10 Ocak 1920'de İsviçre'de kurulan, 18 Nisan 1946 tarihindeki Cenevre Konferansı'yla kendi kendini fesheden; en çok kullanılan İngilizce adı "League of Nations"un baş harfleri olan "LON" adıyla tanınan, İspanyolca konuşulan ülkelerde "Sociedad de Naciones", Fransızca konuşulan ülkelerdeyse "Société des Nations" adıyla bilinen "Milletler Cemiyeti"...
- Cemiyet: Dernek, toplum, sosyete
- Akvam: Kavimler, budunlar





Günay Tulun

TÜRKİYE İSRAİL DIŞİŞLERİ ELÇİLER

Uzun bir yazı yazmak değildir amacım.
Az olsun öz olsun, anlamayan varsa ona da akıl olsun. Gözü görsün, kulağı duysun, hızla usuna vursun. Vursun da inşallah, beni temsil edenler; uslu, zeyrekli olsun.

Sen; devleti ilgilendiren konularda Dışişleri'ni es geçip gizli görüşme ve anlaşmalar yapacaksın,
Sen; insanın doğasına aykırı bir şekilde her şeyi bildiğin sanısına kapılıp değerli diplomatları cahiller mertebesine iteceksin,
Sen; kafana esince dilediğin diplomatı herkesin önünde azarlayabilecek kadar devlet geleneğinden uzak olacaksın,
Sen; Dışişleri'mizi temsil edenlerle "Monşerler" diye alay edecek ve bazı kendini bilmezlerin, bu yetişmiş, değer kazanmış akil gücü yerle bir etmesine sebep olacak, onlara yapılan küçük düşürme çabalarını körükleyeceksin,
Sen; aklına eseni anında yerine getiremedi diye istediğin diplomatı istifaya ya da yer değiştirmeye zorlayacaksın,
Sen; bu çok önemli kurumdakilerin güven kaybına uğramasına neden olacaksın,
Sen; gerekli gereksiz hemen her şeye tepki koymana rağmen, peygamberine şeytan diyen saygısızı davul zurnayla ülkende ağırlayacaksın,
Sen; bir milletin şerefi olan askerinin başına, görev yaptığı ülkede, müttefikim dediğin bir başka ülkenin askeri tarafından kese kâğıdı geçirilmesine seyirci kalacaksın, ondan sonra da Türkiye'nin başına küçültücü bir olay geldiğinde o Hariciye mensuplarının aklını kullanmasını, inisiyatif almasını bekleyeceksin. Hadi bir mucize oldu da adam inisiyatif alıp tavır koydu. Yukarıdaki tabloya bakıp da "Arkamda devletim, arkamda hükûmetim var." diyebileceğini bekler misin?
O zaman ya sen olağanın üstünde umut varcısın ya da sana teslim olma zayıflığını gösterenleri gütme ve güdülemeyi çoktan beridir uyguladığın için, "Dilediğim zaman dilediğim şekilde tavır koyar, safların ne kadar puanı varsa toplarım hepsini..." demektesin. Dışa yansıyan görüntü şu: Devlet görevlilerini işçin mertebesine indirdiğin için, "Bu adamlar; senden talimat almadan iş yapamaz, yetki kullanamaz hâldeler." Şu an bu yazıyı okuyanlara sorarım şimdi: Özür de dilense diz de çökülse sonuçta kaybeden kim?

Özür mutlaka dilenecek. İşte o zaman kimse, "Özür dilendi" havasına da girmesin. Aradan biraz zaman geçtikten sonra akıllarda kalacak olan, dilenen özür değil, yaşanan olaydır. Diplomasi, olan biteni her ne kadar kendi çıkarına çevirmek gibi görünse de bu onun geri plandaki işlevlerinden biridir. Diplomasinin gerçek görevi; olayları başlamadan durdurabilmek, düşmanla bile dostça ilişkiler kurabilmektir.
İşte maharet budur. Bu mahareti gösterebilen adama da diplomat derler.


Sen; bir başka ülkenin en büyük temsilcisine en olmadık yerde, tüm dünyanın gözü önünde her türlü hakareti edeceksin,

Sen; hızını alamayıp bütün yıl, hemen her fırsatta hakaretlerini sürdüreceksin,
Sen; o ülkeye aba üstünden sopa sallamaktan mutlu olacaksın, ondan sonra da adamların ellerinde armut sepeti var diye hiçbir tedbir almayacak, aldırmayacak, almayı düşünmeyeceksin. Bu tedbirsizliğin yüzünden daha neler olacak bilsen. Örnek mi? Bu yılın Mart ve Nisan aylarında "Soykırım Lobisi"ni izlersen ne demek istediğimi anlayacaksın. Anlayacaksın da Türk Milleti'nin düşürüleceği durum seni hiç mi hiç lgilendirmediğinden, yine herhangi bir önlem almadan, yalnız "laf ebeliği"yle geçiştireceksin durumu...

Sayın Dışişleri!
Ya siz?
Ya siz ya siz ya siz!!!

Size gelince Bay Büyükelçi: 

Kendi adıma, milletim adına çok üzüldüm olanlara...
Sizi o daracık koridorda o daracık oda da o bacaksız koltukta izlerken, ateş basmış yüzünüzdeki tebessüme bakarken; Mustafa Kemal'i, Kurtuluş Savaşı kadrolarını, Cumhuriyet'in ilk yıllarındaki Hariciye'mizi, Rahmetli Hasan Esat Işık'ı düşündüm.
Ekran karşısında ağlar gibiydi hâlim.
Değer miydi?
Değer miydi korkulara tutsaklık?
Ülkemin tepesine bir de koltuk vurdurmak?..
Değer miydi?
Değdi mi Büyükelçi?






Günay Tulun

SARIKAMIŞ YAZISI ve BİR İTİRAZIN KONUSU


turklere biz savas actik kacaznuni225Sarıkamış Savaşlarının Başladığı Gün: 22 Aralık 1914 yazısına olağanın üzerinde yorum ve internet mektubu geldi. İnsanı mutlu kılan bir durum bu… Tarihimizin gerçekleri ortaya döküldükçe halkımızın ilgisi de yükseliyor.

Hâlâ yorum bölümüne aktaramadığımız ve aktarmamızın da mümkün görünmediği bin küsur yazı var. Cevap istemeyen yorumlar ve “özel” notuyla gönderilenler dışında kalan bir yorum daha katıldı aralarına... Adı ya da rumuzu Yetkin olan bir okurumuzdan direkt "Yorum" bölümüne gelen, Alman Subaylarıyla ilgili bir yazıydı bu...

Malum, insan tenkitten hoşlanmaz. Yalnız şunun bilinmesini isterim ki “Kalp uyarıdan korkarsa zaman gerçeği yok eder.” Buysa gerçeklerin gizlenmesi, zaman içinde yok olup gitmesi demek. O nedenle fikirlerin alış veriş tezgâhına yatırılması iyi sonuçlar verir. Ayrıca kalemini topluma açan herkes, eleştiri anına da hazır olmak zorundadır. Dilerim: Tüm yazarların eleştirmenlerinin tarzı, Sayın Yetkin'in üslubu gibi zarif olsun.

Açtığı kapı nedeniyle kendisine tüm içtenliğimle teşekkür ederek, geçmiş yazılarımda kullandığım için yeniden yazmaktan kaçındığım bazı konuları bir kez daha, ufak değinmelerle göz önüne sermek istiyorum.
Sayın Yetkin’in itirazlarını içeren yorumu aşağıya kaydedecek ve yazımın son bölümünde de itirazına itirazımı değil, itiraz konuları hakkında ne düşündüğümü yazacağım.
Esenlikler dileyerek, noktasına, virgülüne dokunmadan Sayın Yetkin’in mektubuna geçiyorum.

O MEKTUP
Sayın yazar,
"Sarıkamış olaylarıyla ilgili kısa bilgi" başlıklı yazınızın birinci bölümünde yer alan Alman subaylarla ilgili ifadelere ve yorumlara katılmadığımı söylemeliyim. Öncelikle, neredeyse 1850 yılından 1913'e kadar süregelen "Alman Askeri Yardım Heyetleri" silsilesini dikkatlice incelemediğiniz kanısındayım. Yazının bir yerinde de kısmen von der Goltz'a farklı bir yer bahşetmeniz de bu kanımı güçlendiriyor.
Bildiğiniz gibi, gerek Osmanlı genelkurmay başkanı von Schellendorf, gerekse harekat planlarını yapan 3. Ordu kurmayı Alman subayları; - ve dahi o sırada doğrudan Padişaha askeri danışman göreviyle Türkiye'de bulunan von der Goltz -, hepsi, "öncelikleri Alman devletinin çıkarlarını gözetmek" olarak Türk ordusunu reorganize etmek üzere bizzat Padişah tarafından davet edilmiş bir askeri eğitmen grubudur. Onların bu durumları herkesçe yakından bilinmektedir. Bu insanların hiçbiri de Türkiye'ye sevdalı oldukların için onca riski göze almamışlardır.
Ancak yine de, içlerinde askerliği ön planda tutan ve gereğini yapan insanlar olduğu gibi, yazınızda dikkat çektiğiniz biçimde 'sadece Alman çıkarlarını düşünen'ler de bulunacaktır. 1913'te Türkiye'ye gelerek sözkonusu görevi üstlenen ilk kadro 43 kişidir ve başkanı da, 3. Ordu için yapılan bu harekat planlarını "kötü ve mevsim şartlarına uygun olmayışı" nedeniyle red eden Liman von Sanders'dir (gerçek asker olanlara örnek). Enver Paşa'yı etkisi altına almasıyla temayüz eden von Schellendorf (Alman çıkarlarını savunana örnek) ise, Sanders'in maiyetindeki subaylardan biridir. Sözkonusu bu kötü planlar yüzünden von Sanders von Schellendorf'u Alman genelkurmayına kadar şikayet ederek bizzat Enver Paşa'yı bile karşısına almaya çekinmemiştir.
Yukarıdaki ayrıntıyı, Türkiye'de bulunan tüm Alman subayları "hain, sahtekar, casus veya beceriksiz" sıfatlarıyla nitelememizin yanlış olduğunu vurgulamak için aktarmaya gerek gördüm. Bu subayların oluşturduğu heyet, bizzat Osmanlı Sultanı tarafından Alman İmparatorundan talep edilmiş; bu talep de hem damadı hem de vekili Enver Paşa tarafından desteklenmiştir.
Dolayısıyla; tarih yazarken tarafsız olmanın, "geçmişe, başka bir ülkenin tarihine bakarcasına yaklaşma"nın önemli olduğunu düşünüyor ve yorumlarınızda bu noktaya önem vereceğinize inanıyorum.
NOT: Türkiye ve Alman Askeri Yardım Heyetleri hakkında en geniş ve tarafsız bilgileri, bu konuda bir başucu kitabı olan "Anatomie einer militaerische Hilfe (Bir Askeri Yardımın Anatomisi/çev. Fahri Çeliker)- Jehuda Wallach" ve "Tarih Boyunca Türk-Alman İlişkileri/Burhan Oğuz"dan sağlayabilirsiniz. Sevgilerimle

DÜŞÜNCELER: Almanların Davranışları
Öfkeli sözlerin hitabet sanatından sayıldığı bu dönemde, bir tenkit yazısını “Sevgilerimle” sözcüğüyle bitirebilen kişi, mutlaka zihnindeki önyargıları da atmıştır. Onun itiraz konularına bir başka açıdan bakılmasını yadırgamaz sanırım.
Çok kez yazdım çok kez söyledim, hepimizin söylemeye devam etmesi gerektiğine de inanıyorum. Hoşumuza gitmese bile tarihî olayların yalnız ve yalnız gerçeklerle aydınlatılması gerekir. Sayın Yetkin’in bu konudaki benzer ifadelerine aynıyla katılıyorum.
Bu nedenle “Sarıkamış Savaşları’nın Başladığı Gün: 22 Kasım 1914” yazısındaki açıklama bölümünde yer alan ve ağır gibi görünen aşağıdaki sıralama sözlerinin gerçeğin tam ifadesi olduğunu tarihî gerçekler açısından belirtmem gerek.

… Osmanlı Erkân-ı Harbiyesi’nin başına çöreklendirilmiş Alman subay müsveddelerinin; tüm istihbarat bilgilerini savaşı yürüten güçlerden yani Osmanlı Ordusu’ndan saklayarak onların yerine binlerce kilometre ötedeki ülkelerinin genel kurmayıyla paylaşacak kadar mesleki cehalet, aptallık, alçaklık ve ihanet içinde olması...
Osmanlı Genel Kurmay Arşivlerini bile hiç utanıp sıkılmadan, çalıp çırparak kendi ülkelerine taşıyan Almanların ihanetlerini hesaplayamayan ya da göz yumma gafletine düşen, daha açık söyleyeyim her şeyden haberleri olmasına rağmen kıllarını bile kıpırdatmayan uşak ruhlu Osmanlı üst makamları yüzünden, harekât için gerekli tüm hayati bilgilerin ordu karargâhına aktarılamaması...

Geçmişteki bazı yazılarımda, yeniden yapılandırma işlemleri dahil olmak üzere; Almanların Osmanlı Ordusu’na hangi amaçla davet edildiklerine, onların hangi amacı taşıyarak geldiğine, daha sonra devreye giren Enver Paşa’nın yönetimi nasıl etkilediğine değinmiştim. Bu nedenle yeniden yapılandırma çalışmaları “Sarıkamış” sayfası içinde bir kez daha irdelenmedi. Aynı yazının alt kısmında yer alan “Sarıkamış Savaşları Sergisi” gezilirse:
Tümen Organizasyonu İçin Gelip de Kendisi Bile Anlamadan, Son Hızla Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Reisi Oluveren Bronsart von Schellendorf Paşa” ve "Yine Doğu Cephesi'nden Bir Fotoğraf: Enver Paşa ve Yarbay Otto von Feldmann Her Şeyi Berbat Etmenin Yollarını Arıyorlar" yazısıyla karşılaşılacak ve konunun bilgi dağarcığındaki varlığı hakkında fikir sahibi olunabilecektir.
.
Burada Almanların farklı amaç taşımaları ve kendi ülkeleri için çalışmaları kadar doğal bir şey yok. Yok da bu doğal dediğim şey Osmanlılar için, özellikle askerî ikiyüzlülükle birleşince ihanetten başka bir şey olmuyor. İhanete uğrayan taraf olarak onların amaçlarına doğal diyebildiğimize göre, onların da bizim kendileriyle ilgili düşüncelerimizi doğal karşılaması gerek.

Almanların yaptıkları burada bitmiyor tabii… Tehcirden Talât Paşa’ya, ünlü iftira rapor ve kitaplarından günümüze kadar yaptıklarını da onların üstüne eklemek gerek…
Buraya kadar okuduğunuz satırlarda Almanlar bize iyilik için geldiler anlamını verecek hiçbir sözcük yok. Tam tersine, bu satırlar onların ne mal olduklarını belirten sözcüklerle dolu.

DÜŞÜNCELER: Kendisine Ayrı Sayfa Açtıran Adam
O yazıda Goltz Paşa’yla ilgili olarak şu görüşler yer almıştı.
… Almanların ihanetinden söz ederken, yine bir Alman olan Mareşal Goltz'u yani Osmanlının Goltz Paşa'sını onlardan ayırıp farklı bir yere koyuyorum. Goltz Paşa Britanya'nın Mezopotamya Ordularını silip atarken bir de olayı tümüyle özetleyen doğru bir söz söyler. Der ki: "Kafkaslarda, kendilerini maalesef Napolyon Bonapart sanan birçok cahil adam var. Bunlar, ordularına güçleriyle bağdaşmayan görevler vermişler ve bu yüzden ordularını büyük zarara uğratmışlardır."…

Yazdığım cümlenin içinde şimdilerde ironi denen, “Osmanlının Goltz Paşası” nüktesi yer alsa da Enver Paşa gibi dönemin muktedirine karşı çıkan o sözleri sarf edebilmesi bile, “Onlardan ayırıp farklı bir yere koyuyorum.” sözlerini haklı kılmaktadır. Almanların Orta Doğu'ya inme planları çerçevesinde, ülkesi için çalıştığını hemen herkesin bildiği bu adama, yalnız bu sözleri nedeniyle kısacık bir yer açmanın haksızlık olduğunu biliyordum ama ana konumuz Sarıkamış’tı…

Aslında, Wilhelm Leopold Colmar Freiherr von der Goltz’a o yeri veren de ben değildim. Tamam, kendi ülkesi adına çalışıyordu ama Türk Ordusu’nun yeniden yapılandırılmasında oynadığı rol ve savaşlarda yaptığı unutulmaz hizmetlerle o ayrı yeri hazırlayan da kendisiydi. Bugün haklarında hâlâ övücü yazılar yazılan bazı askerî zevatın yanında, Goltz Paşa’nın oldukça ağır bastığını gösteren deliller de var. Örneğin:

- Birçok kişinin askerî deha olarak gördüğü Osmanlı Orduları Komutanı Otto Liman von Sanders’le hâlâ hürriyet kahramanı olduğu hakkında yazılar yazılan Enver Paşa tarafından anında reddedilen; “Osmanlı ve Alman Ordularının Mısır’da birlikte harekât düzenleyerek İngiliz Ordularına üstünlük sağlama planı” nedeniyle askerî beceri ve zekâ sahibi olduğunu göstermesi,

- 22 Kasım 1915 günü Selman-ı Pâk Harabeleri mevkiinde durdurduğu İngiliz Ordularını, 8 Aralık 1915’ten başlayarak Kut’ül Amara’da kuşatma altına alan “Osmanlı Altıncı Ordusu”nun başındaki kişi olması,

- O tarihten itibaren yaşanan 143 günlük savaşın sonlanmasından on gün önce, 19 Nisan 1916’da tifüsten ölmesine rağmen; savaş tarihinde ilk kez denendiği söylenen havadan ikmal desteğine sahip “Britanya İmparatorluğu Mezopotamya Orduları”nı teslim alarak, İngiltere tarihinin en büyük askerî yenilgisini yazan ve bu zafer nedeniyle Kut soyadıyla anılan Halil Paşa’nın komuta ettiği “Osmanlı Altıncı Ordusu”nun tüm çabalarında izlerinin bulunması,

- İstanbul’daki Tarabya “Alman Askerî Mezarlığı”na, Türk ve Alman bayraklarıyla birlikte gömülmek isteyecek kadar kendisini Osmanlılarla özdeşleşmiş görmesi

DÜŞÜNCELER: Türklerin Tarihini Başkalarından Öğrenmenin Acısı
"Bir Askerî Yardımın Anatomisi” ve “Tarih Boyunca Türk-Alman İlişkileri” adlı kitaplara gelince… “Okumam gerektiği” önerisini şükranla karşıladığım bu kitapların yazarları ve içerikleri hakkında asla ve asla hiçbir ön yargım yok. Olmaması da gerek…
Yalnız, son yıllardaki hareketlenmelere rağmen en büyük şikâyetlerimden biri, “Türklerin tarihini daima yabancıların yazması, bunların tarafsız olmaması ve bizler tarafından derhâl kabul görmesi, referans listelerinde de ön sıralarda yer bulması”dır. Bizim yazarlara gelirsek… Onlara da nasıl güveneceğini bilemiyor insan. Nobel ödüllüsü dahil, büyük kısmı ya ideolojik esaret ya da rövanş kaygısı içindeler. Anlaşılan o ki gerçeği arayandan başkasına, gerçeği sormamak gerek...

DÜŞÜNCELER: "Sessizliğin Sesi Grubu" Ne Diyor
“Sessizliğin Sesi Grubu Yayın Kurulu”ndakiler her iki yazıyı da okuyup tartışmışlar. Ben, yazıyı bitirirken sonucu bildirdiler. Onların çıkardığı sonuç şu:
İtirazın nedenini anlayamamışlar. Sayın Yetkin’in itiraz ettiği noktayla “Sarıkamış Savaşlarının Başladığı Gün: 22 Aralık 1914” yazısı arasında anlam birliği varmış. Tıpkı, iki ayrı duraktan kalkıp da aynı istasyonda selamlaşan insanlar gibi… İtirazın yeni bir yazının ortaya çıkmasına neden olmasıysa onları mutlu etmiş.

SON NOKTA
Almanların yaptığı ikili oyunların hesabını soramayacak kadar tarihimize yabancı olsak bile o döneme ait "Alman Arşivlerinin Açılması"nı istemek de mi aklımıza gelmez? Açmam dediklerinde ısrar etmekten de mi korkacağız?
Nedendir bu zayıflığımız nedendir şu Batılı denen ülkeler karşısındaki ezik duruşumuz?
Bilen varsa...
Haksız mıyım?



SARIKAMIŞ SAVAŞLARININ BAŞLADIĞI GÜN: 22 ARALIK 1914


"Sarıkamış Dayanışma Kurulu"
sayesinde herkes öğrendi artık.

Kahramanlık, kin, nefret, ihanet, beceriksizlik, bencillik ve aptalca hırsların iç içe geçtiği bir savaşın yıl dönümüdür bugün... İlk günüdür savaşın, Sarıkamış Savaşlarının tarihe düştüğü ilk gün...
22 Aralık 1914'ten 15 Ocak 1915'e kadar geçen, yirmi beş günlük; uzun, soğuk, ölümcül ve bir türlü geçip gitmeyen dayanılmaz bir zamanın başladığı gündür bugün...

Savaştan sonraki durum da savaşın kendisi kadar vahimdir.
Birçok insanın akıl almaz şekilde, hâlâ kahraman ve hâlâ büyük adam olduğunu yazıp çizdiği Enver Paşa, bozgunu gizleyip büyük bir zafer gibi duyurur ülkesine...
Bu örtbas, vatan sevgisinden değil; makam sevgisinden, kendi durumunu kurtarma gayretindendir. Kendisi için sarfedilecek gayret vardır da kahraman askerlerimiz için yoktur.
İşte bu çalkantılı dönemde de binlerce yiğit vatan evladı, açlık ve tifüs nedeniyle yok olup gider.

Ya padişah?
Herkesin ne kadar ulu ne kadar muhteşem ve nasıl bir evliya olduğunu anlatıp durduğu padişah da makamına toz konar korkusuyla olayların hiçbirine müdahale etmemiştir.
Üst ve alttaki satırlarda, gerçekler nedeniyle ister istemez suçlayıcısı olduğum bu insanlar, vatan haini miydi de bunları yaptılar.
Hayır, asla!
Onlar da en az sizler en az bizler kadar vatanlarını seviyorlardı.
Yalnız bu sevginin, bu kadar yanlış bu kadar başıboş şekilde ortaya dökülmesiyse Osmanlı'nın, kendi cenazesi için kazdığı en büyük mezar oldu...

Onların zaaflarına gelince...
Sizin, bizim zaaflarımızdan farksızdı.
Yalnız onlarınki koca bir devletin yok olup gitmesine neden olacak kadar büyük sonuçlara yol açtı.
Bunu yapmaya, bu zayıflığı göstermeye hakları var mıydı?
Yoktu! Asla, yoktu!
Devleti yöneten insanların zaaf göstermeye, kişisel çıkarlarını gözetmeye hakları olur mu ki onların olsun. Doğrusunu yapıp çekilmeyi becerebilseler, koca devletin tarih sahnesinden düşmesine engel olacaklardı. O zaman, yüz binlerce vatan evladının nefesleri bedenlerinde kalır, gereksiz insanların gereksiz zaafları yüzünden kimse ölmez; aileler perişan olmaz, memleket yetişmiş insan sıkıntısı yüzünden bu kadar geri düşmezdi.

Hani "Perşembenin gelişi, çarşambadan belli olur." derler ya! Hani bizde "Anasına bak, kızını al." diye bir söz vardır ya! Sanırım tüm mesele o söylemlerde saklı. Dün yaşananlar bugün yaşanmakta olanların çarşambası sanki... Yöneten, yönetmeye talip olan ve yöneteceğim diye; halktan toplanan paralardan dünyalık edinenler hiçbir zaman değişmiyor. Kısa bir dönemi; "Kurtuluş Savaşı" ve ilk dönem "Cumhuriyet Kadroları"nı bir kenara ayırıp yazıyorum bunları. Onlar gerçekten muhteşem insanlarmış. Düşünün: Yedi düvel dediğimiz dış düşmanlar ve onların izinden koşan çok sayıda uşak ruhlu, iç düşmanlar. Ne çoklarmış, değil mi?

İşte o düşmanların, aynı kapta fokurdayan akıldaş torunları bugün; Bingür Sönmez ve Sarıkamış gönüldaşlarının, "Sarıkamış Dayanışma Grubu"nun önüne çıkıp engellemeler yapıyorlar, onların yaptıkları inanılmaz işleri halkın gözünde küçük göstermeye çalışıyorlar. Küçük adamların, küçük ruhları dolaşıyor her yerde...

Bu küçük adamlar sayesinde harika bir gerçek çıktı ortaya. Hani şu Bingür Sönmez denen doktor var ya! Hani; tarihçi, sosyolog, politikacı, bürokrat olmayan o tıp doktoru var ya! Modern çağın kahramanı o, bence... Sarıkamış Gazisi, Sarıkamış Tarihçisi, Sarıkamış Yiğidi... Ne derseniz deyin ona. Hepsi anasının ak sütü gibi helaldir o aslana. Yalnız ona mı o yiğidin yanında yer alan, alperenlerden her birine...

Sözü daha fazla uzatmayacağım.
Çünkü yararlı olacağına inandığım; içinde "Zübüktrük Aydıncıvıklar"ın "Körebe" ve "Bezirgânbaşı" oyunlarını oynadığı, savaşın ön ve arkasından çok yanlarını ilgilendiren, aşağıdaki çok basit açıklamayı okumanızı istiyorum.
Lütfen ertelemeden, sıkılmadan, bıkmadan; zamanınızın üç, dört dakikasını ders niteliğindeki bu konuya ayırın. Unutmayın ki o kahramanlar, sizlerin yaşayabilmesi için, hiç düşünmeden hayatlarını bir kenara ayırmış, sevdikleri birçok şeyi terkedip gitmişlerdi.

Allah bu vatanı; makam hırsındaki yöneticilerden, cehaletten, her şeye çabucak inandırılanların aptallık hastalığından, ihanetten ve çıkarları uğruna gerçekleri çarpıtan zavallılardan korusun.
Amin!


BÖLÜM I

SARIKAMIŞ OLAYLARIYLA İLGİLİ KISA BİLGİ
Ana konu, Osmanlı-Rus Savaşıdır. Bunu tarih kitaplarında okuma imkânımız olduğu için; nedenini, nasılını, kim demiş, kim yapmışını burada irdelemeyeceğiz. Amaç, Sarıkamış olayları hakkında yanal bilgiler yoluyla aydınlanmak olduğuna göre, o günlerin sosyal ve sosyo ekonomik yapılarıyla ülkelerarası ilişkilerini de bir yana bırakarak başlıyoruz okumaya...
Osmanlı Erkân-ı Harbiyesi’nde liyakat yerine gözde olmanın başkomutan olmaya yetmesinin sonuçlarını gösteren bu hazin öykü; Osmanlı Hanedanı'na damat olan Başkomutan Vekili Enver Paşa ile yine onun gibi hanedan damadı olan ve daha yarbayken Genel Kurmay İkinci Başkanlığı yaptırılarak kendisine olmadık payeler yüklenen, bu elim olay sırasındaysa Albay rütbesi taşıyan Hafız Hakkı Bey’in müşterek bilgisizlikleri nedeniyle mahvolmasına ortak oldukları koskoca bir orduyu anlatır.
İşin trajikomik yanlarıysa o devirde Osmanlı Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Reisi'nin [Genel Kurmay Başkanı] bir Alman olan General Bronsart von Schellendorf olması, kendisine paşa unvanı verilmesi; Sarıkamış'taki bozgunun sorumlularından "Damad-ı Şehriyârî" Hafız Hakkı Bey’in, tahrif edilen harekât sonuçlarıyla zafer kazanılmış gibi gösterilerek, hemen bozgunun ertesinde diğer "Damad-ı Şehriyârî" Enver Paşa tarafından paşalığa terfi ettirilmesidir. Terfi ettirilişinin üstünden daha bir buçuk ay bile geçmeden, yeni paşamız da tifüsten ölerek savaş kurbanlarının arasındaki yerini almıştır.
Harekâtın yapılması konusundaki ısrarına ve tüm hatalarına rağmen, Hafız Hakkı Bey’in ikinci derecede suçlular arasında olduğu bu acıklı öyküde; ihanetleri tescilli Ermenilerden başka, hâlâ yurdumuzu saran her belada her taşın altından çıkan Almanların rolünü unutmamak gerekir. Başroldeki aktörler; ülke olarak Almanya, ülkemizde Erkân-ı Harbiye'nin üst kademelerine yerleştirilen ihanet içindeki Almanlar, Almanlara aptalca hayranlık duyan ve her dediklerini onaylayan Osmanlı Makamları, tecrübesiz insanları komuta kademesine atayan yetki sahipleri, ülkenin başı olduğu hâlde saltanatının derdinde olduğu için görevini yapmayan, olaylara dur demeyen padişahtır. Tabii düşmandan söz etmiyorum. O ne de olsa karşı taraftır. Düşmanı kışkırtansa Almanlar... Kışkırttıkları yetmezmiş gibi savaştığımız Ruslara silah sattıklarına dair işaretler de mevcut. Bugün dış politikamıza yön verenlerin, onların bu kışkırtma yöntemlerini okuyup öğrenerek hafızalarına nakşetmelerinin şart olduğu kanısındayım. Görevleridir, zahmet olmaz sanırım.
Almanların ihanetinden söz ederken, yine bir Alman olan Mareşal Goltz'u yani Osmanlının Goltz Paşa'sını onlardan ayırıp farklı bir yere koyuyorum. Goltz Paşa Britanya'nın Mezopotamya Ordularını silip atarken bir de olayı tümüyle özetleyen doğru bir söz söyler. Der ki: "Kafkaslarda, kendilerini maalesef Napolyon Bonapart sanan birçok cahil adam var. Bunlar, ordularına güçleriyle bağdaşmayan görevler vermişler ve bu yüzden ordularını büyük zarara uğratmışlardır."
"Sarıkamış Harekâtı sırasında hiç kurşun atılmadığını, savaşılmadığını, askerlerimizin yalnız donarak öldüklerini" yazıp konuşanlara rastlamaktayım. Bu çok yanlış fikirleri nereden edindiklerini anlamak oldukça zor. Sarıkamış Olayları sırasında yapılan çok çetin savaşların, hatta Rusların çekilmeye kalktıklarının bilinmesi gerekir. Bu nedenle aşağıda bağlantısı gösterilen ve 5. madde nedeniyle yeniden değineceğim "1914 KIŞINDA SARIKAMIŞ KARLARI" şiirinde yer alan: "Tek kurşun savurmadık, görünmedi hiç düşman. / Dediler Moskof kaçmış, duyunca Osmanlıyı..." mısraları, savaşın ancak birkaç saatlik dilimini ve Osmanlı Kuvvetlerinin Rusları arayışını tasvir etmektedir. Yoksa savaşın olmadığını değil... Şehitlerimize yalnız "zayi" gözüyle bakma ve bunu söze dökerek sanki basit bir olaymış gibi tekrarlama basiretsizliğini gösterenlerinse bir an önce ülkemiz tarihine gerekli hassasiyeti göstermesi ve tarihimizle ilgili derslerine yeterli vakti ayırmaları gerekmektedir.
Sarıkamış tek bir olay değil, her biri ayrı bir öyküye sahip çok sayıdaki olayın oluşturduğu hüzünler manzumesidir. Çocukluğumda, özellikle Erzurum'da bulunduğumuz yıllarda, tüm Sarıkamış Olayları içinde hayatlarını kaybeden kahramanlarımızın 120.000 kişi olduğuna dair güçlü söylentiler vardı. Bu sayı içine: İkmal ve takviye birliklerinin yollardaki hâllerinden başlayarak, savaş sonrası tifüs, kangren, iyileştirilemeyen ağır yaralar ve açlık nedeniyle ölen muharip güçlerimizin de dahil edildiğini hatırlıyorum. Şehitlerimizin acısı daha tam soğumamış, olayların üzerinden yalnız 37-38 yıl geçmişti. Daha sonra, özellikle son yıllarda, 90.000 rakamı telaffuz edilmeye başlandı. Genel Kurmay Başkanlığı arşivlerindeki istatistiklerde görünen sayıysa bu rakamlardan çok daha az.
Neredeyse şehitlerimizin sayısıyla birlikte anılmaya başlanan "Sarıkamış Bozgunu"nu hazırlayan diğer faktörleri sıralayalım:
1- Tüm uyarılara, özellikle Hasan İzzet Paşa'nın gerçekleri ifade eden akilane açıklamasına karşın, kışın en ağır yaşandığı bir dönemde harekât yapılması...
2- Osmanlının ikmal kuvvetlerini organize eden komuta kademesinin gaflet içinde olması. Muharip güçlere komuta edenlerin de onlardan aşağı kalmayıp zaten yiyecek sıkıntısı çektirilen muharip güçleri; kış şartlarına uygun kıyafet ve teçhizatla donatmadan, alelacele savaşa sürebilecek ölçüde basiretsiz olması...
3- Osmanlı Erkân-ı Harbiyesi’nin başına çöreklendirilmiş Alman subay müsveddelerinin; tüm istihbarat bilgilerini savaşı yürüten güçlerden yani Osmanlı Ordusu’ndan saklayarak onların yerine binlerce kilometre ötedeki ülkelerinin genel kurmayıyla paylaşacak kadar mesleki cehalet, aptallık, alçaklık ve ihanet içinde olması. Osmanlı Genel Kurmay Arşivlerini bile hiç utanıp sıkılmadan, çalıp çırparak kendi ülkelerine taşıyan Almanların ihanetlerini hesaplayamayan ya da göz yumma gafletine düşen, daha açık söyleyeyim her şeyden haberleri olmasına rağmen kıllarını bile kıpırdatmayan uşak ruhlu Osmanlı üst makamları yüzünden, harekât için gerekli tüm hayati bilgilerin ordu karargâhına aktarılamaması...
4- Yurdun dört bir yanından gelen kuvvetlerle kurulan ve kimine göre yüz yirmi bini bir hayli geçen birleşik ordunun azametli görünümünden etkilenen kilit mevkideki bazı komutanların; “Sarıkamış Kurtarıcısı” ünvanına sahip olmak, Sarıkamış’a ilk girme şerefini elde edebilmek için teçhizat dahil birçok eksikliği göz ardı ederek taktik anlamda çok büyük yanlışa düşmeleri...
5- Gerek kuşatma çabaları gerekse çekilen ya da kaçtığı düşünülen Rus birliklerinin karla kaplı dağlarda kovalanmaya kalkışılması suretiyle harekât alanının planlananın dışında genişletilmesi ve hem uygun kıyafete hem de diğer teçhizata sahip olmayan askerlerin bu takipte görevlendirilmesi... Bu nedenle, "1914 KIŞINDA SARIKAMIŞ KARLARI"nda anlatılmakta olan işte o hazin anların yaşandığı, Allahuekber Dağı'nın bir yandan öte yana aşılması sırasında bile binlerce yiğidimiz soğuk nedeniyle şehit olmuştur.
6- İçimizde yetiştikleri için çok iyi Türkçe bilen Ermenilerin bitmez tükenmez ihanetleri...
7- Sakın gülmeyin ağlanacak şu hâle... Rus istihbaratının cahil askerlerimiz arasında, özellikle Ermenileri kullanarak yaydığı “Bit yiğitte, pire itte bulunur” sloganının umulmadık bir beşinci kol başarısı sağlaması ve bu nedenle binlerce askerin tifüsten ölmesidir..

..BÖLÜM II

. BÖLÜM III





BAKIN ŞU MUTLU HANIM'A


turklere biz savas actik kacaznuni225Mutlu Tönbekici'nin önceki günkü yazısını okuyanınız vardır mutlaka. "Ne kadar üzüldüğünü belirterek" başladığı, Ölümüne Umudunu Yitirmek adlı yazısında, yanlış anlaşıldığından yakınmış. Son yıllarda zor bulunan gerçek vatandaşlardan olduğu anlaşılan bir hanım, arayıp nazikçe yermiş kendisini...

"Mutlu Kız"ın yazısındaki imla hatalarına hiç karışmadan, kısa bir alıntı yaparak kaydediyorum o sözleri...
Herhalde çok mutlusunuzdur” diye söze başladı. “Otobüste atılan molotof kokteyli nedeniyle yanan kız öldüğü için herhalde çok mutlusunuzdur. Zira siz sadece Kürtler için üzülürsünüz. Türk düşmanlığınız anlaşılır gibi değil...Mutlu Tönbekici'nin savunması; yine imla hataları içeren, yine düzeltme yapmadığım sözleriyle şöyle: Bu denli yanlış anlaşılmaktan ne kadar üzgün olduğumu anlatamam. Hiç bir halkın düşmanı olmadığım gibi hiçbir halkı da kayırmıyorum. Burada defalarca şehitlerimiz, öldürülen sivillerimiz adına da yazdım. Bu kirli savaşta ölen, öldürülen herkes adına yazdım. Derdim onun canı bunun canı değil. Hepimizin canı. Hepimizin barışı. Hepimizin mutluluğu. İdi.

BİR DE DOĞRULARI YAZABİLSE
Yazmış yazmasına da yazdıklarına inanılmasını bekliyorsa vah ki vah ona! Çünkü söyledikleri hâlâ ortada. Örnek mi? Şu yazılarına bakın:  

  • Ekmeği Sorgulamak 
  • Türklerin Özür Dilemeyle İmtihanı 
  • 1915'te Ne Oldu 
  • Ne Mutlu "I am Törkish" Diyene 
Başka yazılar da var tabii!..
Sonunda ben bile "Mutlu Tönbekici"yi anlatmak zorunda kaldım.

Tarafgir yazı sayısı o kadar çok ki, yaratmaya çalıştığı imaj olayını "Türklerle ilgili problemleri olabilir ama bunu ifade edebilmesi demokrasinin güzelliği değil mi?" gibisinden saçma sapan sözlerle savunmaya çalışanların çabaları bile boşa çıkıyor. Zaten anlamanın imkânı yok, iftira atmanın demokrasiyle ne ilgisi var? Hele hele alay etmesi yok mu! Nazi Türk çağrıştırmalarından sonra "Ne Mutlu 'I am Törkish' Diyene" sözleriyle terbiyesizliğin doruğuna tırmanıyor. Sorarım size; "Türk ismi taşıyan birinin Türk'e böylesine ağır hakaretler etmesi olası mı?".

PRİM YAPIYOR
İyi be!.. 
Başkalarına söz söylemek, etnik kimliğine dokunmak yasak ama karşında Türk'ü buldun mu sonsuz bir özgürlük içinde, her türlü hakareti yapabilirsin. Hatta prim  bile kazanabilirsin. Aynen Osmanlının son dönemleri gibi...

Allah'ın tüm sevgisinin üzerinde olmasını dilediğim rahmetli ilkokul öğretmenim, aziz insan Düriye Güneri'nin ruhu şad olsun. Daha birinci sınıftan itibaren, "Özgürlük sınırlıdır. Sizin özgürlüğünüz başkasının özgürlük sınırına değdiği an, kendi sınırlarına çekilmek zorundadır." derdi bize... Belli ki, bizlerin ilkokul sıralarında öğrendiğimiz o gerçeği, Mutlu Kız bu yaşına dek hâlâ öğrenememiş. Belki bu yazıdan sonra öğrenir.

BİLGİ SAHİBİ OLMADAN FİKİR SAHİBİ OLMAK 
Mutlu Kız, ne çabuk unutuverdin!
Türkiye'yle ilgili her konuda karşı taraftasın.
Türkiye'nin haklı davalarının hepsinde; sesini en çok çıkaranların, yalan ve iftiralarıyla göz boyayanların safındasın. İşin komiği nedir biliyor musun? Yanlısı olduğun, o konulara bile vâkıf değilsin. 

Sıkışabileceğini düşündüğün her an, "Biri bana söylesin, ne olmuş?" ucuzluğuna sığınıyorsun. Madem bilmiyorsun, bilmediğin konularda nasıl ahkâm kesiyorsun? Buna "Cahil cesareti!" desem itiraz eden çıkmaz herhâlde... Yazılarına fanatikçe bağlı olmayan birinin "Bu denli yanlış anlaşılmaktan ne kadar üzgün olduğumu anlatamam." sözlerine inanıp kanması imkânsız. Anla bunu...

Yanlış anlaşılma derken, bilerek ya da bilmeyerek bir gerçeği dile getirmişsin.
Eğer üst paragraftaki cümleleri; düşünerek, isteyerek kurduysan o cümlelerin anlamından da habersiz olduğun ortaya çıkar. Senin olayının özeti şu: Hem ne yazdığının farkında değilsin hem de ulusal bir gazetede köşe yazarlığı yapmaktasın. Bu olgu bence ilginç... Sence değil mi?
Seni okuyan, örnek alan kaç kişi şirazeden çıktı da başka ufuklara yelken açtı acaba? 
Hadi, gazetenin yetkili kurulları bunu fark edemeyip seni o makama oturtmuş. Peki sen kendini bilmez misin ki o makama oturmayı kabullendin? Hâlâ da oturuyorsun.

Bence ne yazdığını iyi bilecek kadar kıvrak bir zekân var.
Bu zekâyı, bu tür kirli işlerle körleteceğine, biraz da Türkçe çalışsaydın ya!

TARİH SENİ DE YAZACAK 
Bugün, Mutlu Tönbekici adını daha fazla yazmak istemiyor kalemim.
Tarihe böyle geçmeyi kendisi istedi. 
"Herkes istediği safta yer alabilir, özgürdür. Tarih bilimi de herkesi ait olduğu yerde gösterir, mecburdur.". Biri dilediğince yalan söyleyebilir, diğeriyse asla!..
Doğruyuysa Mutlu Kız söylemiyor.
Söyleyen, Ermenistan'ın ilk başbakanı Kaçaznuni!
Yukarıdaki fotoğrafına yapıştırılan sözleri o söyledi.
"Mutlu Kız"a öneririm.
Olayı bir Türk'ten dinlemek kendisini rahatsız edecekse onun anlatılarından dinlesin.

Doğruları öğrenmek hoşuna gitmeyebilir.
Gözünün önündeki, elinin altındaki bu gerçeği de görmezden, duymazdan gelebilir.
Tıpkı günümüz Ermenileri gibi...
Onlar da aynı oyunda, onlar da Tönbekici gibi...




Günay Tulun

MUTLU TÖNBEKİCİ

Saat dört bile olmamıştı.
Yoğun geçeceği önceden belli olan günü karşılamak için erkenden kalktım. Önce her günkü işlemler, kahvaltı faslı, becerebildiğim kadarıyla hızlı bir gazete turu… Ta ki Vatan gazetesindeki “Ekmeği Sorgulamak” başlığını görene kadar. Başlık, ilk görüşte “Halkı ezen zor şartlara karşı yazılmış bir yazı” havası veriyordu.
TÖNBEKİ'NİN "KURTLA KUZU" OYUNU
Meğer amaç başkaymış.
Halkın gerçek sorunları kimin umurunda? Okumaya başlar başlamaz, Mutlu Tönbekici'nin "Dışavurum"una şahit oldum. 

Yazının ortası bile gelmemişti. Soykırımcı Naziler, ünlü "Stuka"larının korkutucu sirenleri eşliğinde büyük bir gürültüyle çıktılar sisli satırların içinden. Yazar demagog tarzı bir örgüyle, “Türklerin Nazilerle benzerliğini, Türk Halkı’nın yapılanlara göz ve kulaklarını kapadığını” yazıyor ve soru sormak gibi masum bir görüntünün arkasına saklanmaya çalışıyordu. Bir de Türk Basınının “Okurunu üzmemek için bazı gerçekleri yazmamaya devam ettiği”ni belirtip vurduğu darbelerin dozunu arttırıyordu. Söylemi, konuyu bilen her onurlu vatandaşa ağır gelecek sözlerle örülmüştü. 

Mutlu Kız bizimle "Kurtla Kuzu"yu oynamaktaydı.

ŞİMDİ DE "KURNAZ TİLKİ"

Nezaket olsun diye “Kendisini anlayamıyorum.” diyeceğim ama ne yazık ki anlıyorum. Bazı haklı ve gerçekçi görünen tespitlerini de ara yerlere sıkıştırarak yazısının tarafsız bir bakış açısıyla yazıldığı kanısını vermeye çalışıyordu. "Türkiye’de geçmişin izini sürmenin imkânsızlığından, herkesin herkese soru sorabileceğinden, bu sorulara sorumlu ve görevlilerin cevap vermesi gerektiğinden ve bazı şeyler halktan saklandığından...” diye sürdürmüştü yazıyı. Tam bir kurnaz tilki öyküsüydü bu!.. 

Bakın, yazının burasında konuyu dört dörtlük bilen biri gibi iddialarda bulunuyor, hatta saldırgan bir tutumla hesap soruyor. Yazının sonraki kısmında da hiçbir şeyi bilmediğini anlatarak bilen birini arıyor. 

Gülmeyin lütfen! 
Şu an ciddi hem de çok ciddi bir konuyla ilgileniyoruz. 

Yazısını kime okuttuysam aynıyla olmasa da şuna benzer cevaplar aldım:
“Tamamen taraflı... Başka bir dönemden bahseder gibi yapıp Türklere fena vurmuş. Konuya Lice’den girmiş ama adını koymaz görünmesine rağmen, Zoryancıların söylemleriyle
şaşılacak kadar çakışan bir yöntem izlemiş, Ermeni olan eniştesini çok sevip sayıyor ve onun etkisini üzerinden atamıyor olabilir ama bu duygu, iftiralar saçarak Türklere saldırmasına neden olmamalı.".   

Bence sonuna kadar haklılar.
Madem ki kamu hizmeti yapıyorsun kalemine dikkat edeceksin. Tarafsız olacak, bilmediğin konuları araştırıp öğrenecek, kalemini ondan sonra kullanacaksın. Şimdi buna da itiraz edip "Ne yazacağımı sana mı soracağım, okuma!" diyebilir. O
 der ama okumazsak, onun; yanlı, yanlış ve insanlığı zehirlemeye çalışan yazılar yazdığını nasıl fark edeceğiz? 

ŞU ZEHİR BOMBARDIMANINA BAKIN 
"Türklerin Naziler gibi çok kötü şeyler yaptığı, yönetenlerin bunu gizlediği, zaten ilgisiz olan halkın konuyu bilmediği, basının aslında tüccarlık yaptığı ve okuru üzmemenin arkasına sığınarak satışları yani para akışını etkiletmemek gibi ticarî bir kaygıyla gerçekleri halktan sakladığı, gerçeği arayan sorulara da kimsenin cevap vermediği' suçlamalarıyla bombardımana tutmuş Türkiye'yi... 

Bir Naziliğimiz eksik kalmıştı. 
Sağolsun, Vatan gazetesinin köşe yazarı Mutlu Tönbekici, onu da halletti. Yazıyor, diyor ki; “Soruyorum, cevap verecek birini bulamıyorum, yok mu bu işi bana anlatacak?” 

Var! Var Mutlu Kız, var! 
Üst üste yayınladığı ve Türklerin soykırım yaptığı kanısını pekiştirmeye çalıştığı iki yazısından sonra, istediği her bilgiyi benden alabileceğini yazıp yolladım ona... Olur a, benim gibi "Sade bir vatandaştan öğrenmeyi onuruna yediremez" diye de yazıma, doğru ve sağlam bilgilere erişebileceği adresleri ekledim. Anlaşılan dönüp bakmamış bile... Kafasına yerleştirilen dogmaları silip atamamış ki, aradan geçen bir yıla rağmen bakış aynı bakış, tarz hâlâ aynı tarz... Zerre değişmemiş. Belli bir yere sabitlenmiş, duruyor. Büyülenmiş gibi... 
O orada istediği kadar dursun da insanımızın zihnini bulandırmasın.

Okuduğunu anlayamama problemi olduğunu sanmıyorum. Fikirlerini öyle keskinleştirmiş ki “Küçük Oteller Kitabı” için Anadolu’yu turladığı zaman bile tek yöne bakmayı tercih etmiş. Çok yönlü bakmasını ve bakınca görmesini bilse günümüz terörünü anlar, geçmişte Anadolu halkına yaşatılan terörün toplu mezarlı ispatları karşısında insafa gelirdi. O kadar uzaklaşmaya da gerek yok. İki adım ötedeki İzmit, Yeşilköy, Bağlarbaşı, Edirne, Tekirdağ ve onlar gibi taş atımlık mesafelere gidip unutulan yakın geçmişi araştırsa çok şeyler öğrenirdi. 


İnsan "istememeye" görsün! O zaman ne gözler görür ne de kulaklar duyar. Sonuçta da ne bugünkü terörün vahşet ve yönlendirmelerini ne de dünkünün gaddarlık ve antipropagandalarını anlar. Aslında tam bu satırda, “İnşallah bugünden sonra biraz okur da gerçekleri öğrenip aydınlanır.” diyecektim ama…

MERAK EDİYORUM BU İŞİN İÇİNDE NE TÜR İŞLER VAR 
Neden, adı okunabilir yazarlar listesine girmeye aday her gazeteci ve her yazar kendi milletine vurup durur ki? Gerçekleri bilmeden, cahilce bir cesaretle doğruları ters yüz ederek Ferit Orhan Pamuklaşmak, sözcüklerle oynayarak Elif Shafaklaşmak, Altuğ Taner Akçam davranışları sergilemek, Halil Berktay gibi alaycı tavırlarla iftiralar atmak, Mehmet Murat Kadri Belge'nin etkisiyle Ermeni savlarına hizmet etmek, bir dolu yazarcık gibi şüphe uyandıracak sözler sarf ederek gündeme oturmak kolay. Madem ki gerçekler Tönbekici ve benzerlerini aydınlatamıyor, kendileri ne biliyorsa söylesinler de biz aydınlanalım. Lütfen hiç siya etmeden, dobra dobra... Başkasını bilmem ama ben bekliyorum. Çünkü Mutlu Tönbekici'nin de dediği gibi, sormak ve cevabını almak en doğal hak! Yalnız ondan değil; Pamuk'tan da Shafak'tan da onlarla aynı oyunu oynayan Berktay, Belge, Akçam ve benzerlerinden de...

Tönbekici, eski yazılarında da ağır sözlerle yüklenmişti Türklere… 

Ne inkârcılıklarını bıraktı ne yalancılıklarını... Ne Türklerin özür dilemeyle imtihanını ne de ezberlerinin ilkelliğini... Ne papağanlıklarını ne tapınak bekçiliklerini. Bir de “Hayır!” diyen herkesi cahillikle suçlamaz mı… 
Aman Allah'ım, aman aman! Aklı olanların aklına mukayyet ol!..

Ben şu Ermeni konusunu biliyor ve
Türklere atılan iftiralar için, göğsümü gere gere "Hayır!" diyorum. Tönbekici'yse bir şey bilmediğini itiraf ettikten sonra ülkeme karşı, Zoryan ve Zoryan benzeri kötülük merkezlerinde üretilen Ermeni safsatalarıyla saldırmakta... Kendisi hakkında şüphelenenlere "Haklıymışız, tavırları gerçekten de Türkiye ve Türklere karşı düşmancaymış!" dedirten yanlı ve düşmanca tutumu beni tiksindiriyor. Yine de ona doğruları göstermek isterim. İnsanca bir görev bu... Neyi öğrenmek isterse sorsun. Karşıma alıp soracağı her soruyu bıkıp usanmadan, gerekirse defalarca tekrarlayarak cevaplayabilirim. Yalnız, hem sahadan kaçıp gelmez hem iftiralara devam eder hem de "Ne mutlu ‘I am Törkiş’ diyene” saçmalıklarıyla milletim ve atam Atatürk'e terbiyesizlik etmeye devam ederse bunun hesabını yasalar önünde sorarım. Çünkü iftira evrensel bir suçtur. 

Haksız mıyım?



Dogma: Sav, nas, inak... Denenmeden doğruluğu kabullenilerek
bir ideolojiye, bir öğretiye temel yapılan iddia... Bir görüşün  
 tartışılamaz ve sorgulanamaz gerçek olarak kabullenilmesi...



 


Günay Tulun

TÜRKİYE ile ERMENİSTAN'A İMZA ATTIRDILAR


turklere biz savas actik kacaznuni225Bugün 10 Ekim 2009...
Birkaç dakika önce, "Türkiye ile Ermenistan, emretmen ve gözetmenleri eşliğinde; sırf zevahiri kurtarmak amacıyla "Biri gülen, diğeri sert bakan adamı oynayarak", adına protokol denen muğlak bir şeye imza attırıldılar."
Söz konusu protokol; netleşmemiş tarihler, nasıl sonuçlandırılacağı bilinmeyen maddelerle dolu. 


Muğlak üç ayrı sözlükte; birinde dört, diğerlerinde ikişer olmak üzere toplam sekiz farklı anlam ifade eder. Bu sözlüklerden ilki Türk Dil Kurumu'nun "Güncel Türkçe Sözlük", ikincisi Pars Tuğlacı'nın "Okyanus" diğeriyse yine Türk Dil Kurumu'nun "Türkiye Türkçesi Ağızları Sözlüğü"dür.
Ne gariptir ki bu sözlükler arasındaki durum da ilginç... Türkçeye "Okyanus" gibi paha biçilmez bir hazineyi kazandıran değerli dil uzmanı Sayın Pars Tuğlacı da imza atanlar gibi bir yanıyla Türk, öte yanıyla Ermeni.

Bu kısa hatırlatmalardan sonra, gelin şimdi küçük bir iş bölümü yapalım. Ben bu kelimelerin ifade ettiği anlamları yazayım, siz de bu anlamları yukarıdaki cümleye uygulayın.
..I. sözlükteki anlamlar: Anlaşılmaz, anlaşılması güç, çapraşık, karışık...

.II. sözlükteki anlamlar:
Kilitli, kapalı...
III. sözlükteki anlamlar:
Cılız, az...
Sanırım iyi anlatamadım. Daha iyi anlatabilmek için ilk örneği ben vereyim.
İkinci satırda başlayan cümleye her üç sözlükteki anlamlardan birer tanesini uygulayalım. Cümlenin son hâli:

"Türkiye ile Erm
enistan, emretmen ve gözetmenleri eşliğinde, biri güleni diğeri sert atanı oynayarak, adına protokol denen anlaşılmaz, kilitli ve cılız bir şeye imza attırıldılar." şekline döner.

Muğlaklık o kadar açık ki
Ermenistan Cumhurbaşkanı Sarkisyan, imzacılardan Nalbantyan daha ülkesine dönmeden, "Hele bir Türkiye imzalasın da..." demeye başlamıştır. Bizim Başbakan'ımız da değişik şeyler söyleyip duruyor. Israrla üzerinde durduğuysa Azerbaycanlı canlarımızın bir kenara atılmadığıdır. Umarım öyle olur da sözlükteki anlamlardan kilitli olanı gerçekleşmez.

Daha açık ifade etmek gerekirse her şey, iki ülkedeki yöneticilerin olumlu yönde kararlılık göstermesine ya da emretmenlerine isyan edecek iradeyi gösterip gösterememesine bağlıdır. Ermeniler için iş daha zorlu. Zor derken, zorlayıcılar olarak ülkelerindeki muhaliflerden değil; Diaspora, Asala gibi kin mimarı, kan koklayıcılardan söz ediyorum. Diaspora'nın en büyük yaşam nedeninin sallantıya girmesi ve sağladığı muazzam gelirdeki olası azalmanın düşüncesi bile yüksek perdeden tepki göstermelerine yol açacaktır.

Aslında burada söylenecek söz şu olmalı: Ey güzel kardeşlerim! Madem bir şeylere imza atmayı becerebiliyordunuz da bunca yılı neden heba ettiniz? Üstelik bu işi, kendi başınıza yapabilmek yerine, tepenize neden inzibatlar diktirdiniz ki! Hem bu inzibatlar bin sekiz yüzlü yıllardan başlayarak, din misyoneri ve yabancı okul kisvesi altında sizleri birbirine düşürmedi mi? Sizlerden birinin atalarına ayrılık fikrini aşılayıp silah vermedi mi? O ataların, isyan adı altında; can alma, soykırım yapma gayretlerine "He!" demedi mi? Günbe gün "Daha da çok diyelim daha da çok diyelim." çığlıklarıyla arttırılan ölü sayısını daha da yükseltmek için sahte dayanaklar sağlamadı mı? Başı her yerde belada olduğu için kendi başına karar almaktan aciz duruma düşmüş diğerine, yani Osmanlıya, "Tehcir yapmazsan kendini bu beladan kurtaramazsın. Haydi uygula!" talimatı verip kin bataklığının sürekli ıslak kalmasına neden olmadı mı? Yani her türlü pisliğin, başlatıcı ve destekçisi bunlar değil miydi?

"Değil!" diyenlere tarihten, "De get be cahil!" azarı gelir mi bilmem ama "Evet!" diyenlere benden bir sitem var. Bunu biliyordunuz da tepenize dikecek, onlardan başkasını bulamadınız mı?
Hâllerinden belli ki durum, tepeye dikilenler için oldukça komik oldukça eğlendirici. Yalnız gerçek taraf olan Türklerle Ermeniler için, acı dolu onur törpüsü... Keşke imzacı bakanların üzerinden bakanlar, her iki ülkenin başbakan ve cumhurbaşkanları olabilseydi. Belli ki i
ki yüzyıl önce, iki ulusun arasına nifak tohumları saçıp bunun bugüne dek sürdürülmesinden sorumlu olanlar, tepeden bakmaya devam edecek yine...

Aşağıdaki fotoğraf; renkli harflerle ekrana yansıyan durumun, fotoğrafçadan tüm dünya dillerine tercüme edilmiş hâlidir ve fotoğraf okumayı bilenler için uzayıp gidecek sözlerden daha anlamlıdır.


Az önce uğruna methüsenalar (!) dizdiğim protokol ve ona bağlı ek protokolu hemen şimdi aşağıya yazacağım. Okuduğunuzda, söylemek istediklerimin doğruluğunu göreceksiniz.


E K L E M E L E R . B Ö L Ü M Ü

1-PROTOKOL
"Türkiye Cumhuriyeti ve Ermenistan Cumhuriyeti;

-Aynı gün im
zalanan Türkiye Cumhuriyeti ve Ermenistan Cumhuriyeti arasında Diplomatik İlişkilerin Kurulması Protokolü rehberliğinde,
-İkili ilişkilerini karşılıklı çıkarlara saygı ve güven temelinde geliştirme hedeflerini göz önünde bulundurarak,

-İkili ilişkilerini iki ülkenin ortak çıkarları temelinde, siyasi, ekonomik, enerji, ulaştırma, bilimsel, teknik, kültürel ve diğer alanlarda geliştirmeye ve ilerletmeye kararlı olarak,

-Uluslararası ve bölgesel örgütlerde işbirliğinin, iki ülke arasında özellikle BM, AGİT, Avrupa Konseyi, Avrupa-Atlantik İşbirliği Konseyi ve KEİ kapsamında geliştirilmesine destek vererek,

-İki devletin, bölgede demokratik ve sürdürülebilir gelişmenin sağlanması, bölgesel istikrar ve güvenin artırılması için işbirliği yapmak yönündeki ortak amaçlarını dikkate alarak,
-Bölgesel ve uluslararası uyuşmazlık ve çatışmaların uluslararası hukuk ilkeleri ve normları temelinde barışçı şekilde çözümlenmesi hususundaki taahhütlerini tekrarlayarak,-Terörizm, sınır aşan örgütlü suçlar, uyuşturucu ve silah kaçakçılığı gibi bölgeye ve dünya güvenliği ve istikrarına yönelik ortak güvenlik tehditleri konusunda uluslararası toplumun eylemlerini güçlü şekilde desteklemeye hazır olduklarını yeniden vurgulayarak,1- Bu Protokolün yürürlüğe girmesinden itibaren 2 ay içerisinde ortak sınırın açılması hususunda
anlaşmışlardır. (Karabağ Türklerine yapılan soykırım nedeniyle kapatıldığı ilan edilen kapılar; hiçbir karşılık sağlanmadan, yalnız tek tarafın yararı için açılacak demek değil mi bu? Milletlerarası ilişkilerde "Mütekabiliyet: Karşılıklılık" diye bir ilke yok mu?)2- Her iki ülkenin Dışişleri Bakanlıkları arasında düzenli siyasi istişare gerçekleştirilmesi;
-İki halk arasında karşılıklı güven tesis edilmesi amacıyla, mevcut sorunların tanımlanmasına ve tavsiyelerde bulunulmasına yönelik olarak, tarihsel kaynak ve arşivlerin tarafsız bilimsel incelemesini de (Tarafsız ve bilimsel... Bu nasıl olacak ki? Ermeni tarafının arşivleri düzmece belgelerle dolu...) içerecek şekilde bir diyaloğun uygulamaya konulması,
-İki ülke arasında mevcut ulaştırma, iletişim, enerji altyapısı ve şebekelerinden en iyi şekilde istifade edilmesi ve bu yönde tedbirler alınması,
-İki ülke arasında işbirliğini güçlendirmek amacıyla ikili hukuki çerçevenin geliştirilmesi (İşbirliğinin hangi konuları hukuki çerçeveye kadar uzanacak.),

-İlgili kurumlar arasında ilişkilerin desteklenmesi ve uzman ve öğrenci değişimini teşvik etmek yoluyla bilim ve eğitim alanlarında işbirliği yapılması ve iki tarafa ait kültürel mirasın korunması ve ortak kültürel projelerin başlatılması amacıyla harekete geçilmesi (Türkiye Ermenilerce yapılan eserleri yenilemelerle korurken, bir zamanlar Osmanlı Toprağı olan Ermenistan'da Türklere ait hangi eser sağlam bırakıldı ki? Hangi mirastan söz ediliyor?) ,

-İki ülkenin vatandaşlarına gerekli yardımı ve korumayı sağlayabilmek için 1963 tarihli Konsolosluk İlişkilerine dair Viyana Sözleşmesi uyarınca konsolosluk alanında işbirliği tesis edilmesi,
-İki ülke arasında ticaret, turizm ve ekonomik işbirliğinin geliştirilmesi amacıyla somut tedbirler alınması,-Çevre konularına ilişkin diyalog kurulması ve işbirliğinin güçlendirilmesi, hususlarında anlaşmışlardır. (Çevrenin açılımı nedir? Bu tabirin içinde Metzomor Nükleer Santrali'nin saçtığı zehir de var mı?)3- Ayrıca, bu Protokol'ün 2. işlem paragrafında ifade edilen yükümlülüklerin hızlı bir şekilde uygulanmasını teminen, ayrı alt komisyonları da kapsayan Hükûmetler arası bir ikili Komisyon'un kurulması hususunda anlaşmışlardır. Hükûmetler arası komisyonun ve alt komisyonlarının çalışma kurallarını hazırlamak üzere işbu Protokolün yürürlüğe girmesini izleyen günden 2 ay sonra iki Dışişleri Bakanı başkanlığında bir çalışma grubu oluşturulacaktır.
Bu çalışma kuralları, işbu Protokolun yürürlüğe girmesini izleyen 3 ay içerisinde Bakanlar seviyesinde onaylanacaktır. Hükûmetler arası komisyon anılan çalışma kurallarının kabul edilmesinin hemen ardından ilk toplantısını gerçekleştirecektir. Alt komisyonlar, bu andan itibaren en geç 1 ay içerisinde çalışmalarına başlayacak ve görevlerini tamamlayana dek ara vermeden çalışacaklardır. Uygun olması halinde alt komisyonlara uluslararası uzmanlar da (Her iki taraf yine ana okulu çocuğu rolüne mi soyunduruluyor. Kendi iradeleri yok mu?) katılacaktır."


2-PROTOKOLA EK BELGESİ
Protokolün ek belgesinde de uygulamaya ve ilişkilerin nasıl geliştirileceğine dair unsurlar ve zaman çizelgesi yer alıyor.
Buna göre atılacak adımlar:

1- Ortak sınırın açılması: Türkiye Cumhuriyeti ile Ermenistan Cumhuriyeti arasında İkili İlişkilerin Geliştirilmesi Protokolünün yürürlüğe girmesinden sonra iki aylık bir süre içinde, (En önce neden sınırlar açılıyor? Bu bir tarafın elindeki tüm kozların sıfırlanması demek değil mi? Yoksa Türkiye'mizi yönetenler, yeni bir Hudeybiye sonucunun tekrarlanacağı konusunda gaipten haber aldı da heyecanlanmayalım diye bizden mi saklıyorlar?)


2- İki Dışişleri Bakanının başkanlığında, hükûmetler arası komisyonun ve alt komisyonlarının çalışma kurallarını hazırlamak üzere bir çalışma grubunun oluşturulması: Türkiye Cumhuriyeti ile Ermenistan Cumhuriyeti arasında İkili İlişkilerin Geliştirilmesi Protokolünün yürürlüğe girmesini izleyen günden 2 ay sonra, (Bu madde ve benzeri tarzda düzenlenen birkaç maddede problem görünüyor. Taraflardan biri yürürlüğe girme zamanını
kurallara uygun şekilde uzatacak bahaneler icat ederse ne olacak?)

3- Hükûmetler arası komisyonun ve alt komisyonlarının çalışma kurallarının Bakanlar düzeyinde onaylanması: Türkiye Cumhuriyeti ile Ermenistan Cumhuriyeti arasında İkili İlişkilerin Geliştirilmesi Protokolünün yürürlüğe girmesinden sonra 3 aylık bir süre içinde,
4- Hükûmetler arası komisyonun ilk toplantısının düzenlenmesi: Zamanı; Hükûmetler arası komisyonun ve alt komisyonlarının çalışma kurallarının Bakanlar düzeyinde onaylanmasından hemen sonra...5- Aşağıdaki alt komisyonların çalışmaya başlamaları:
-Siyasi istişare alt komisyonu

-Ulaştırma, iletişim ve enerji altyapı ve şebekeleri alt komisyonu

-Hukuki konulara ilişkin alt komisyon (Hukuki konuların içeriği nedir?) 

-Bilim ve eğitim alt komisyonu
-Ticaret, turizm ve ekonomik işbirliği alt komisyonu

-Çevre sorunlarına ilişkin alt komisyon (Çevre sorunlarından kasıt nedir?) ve
-Tarihsel boyuta ilişkin alt komisyon, iki halk arasında karşılıklı güven tesis edilmesi amacıyla, mevcut sorunların tanımlanmasına ve tavsiyelerde bulunulmasına yönelik olarak, tarihsel kaynak ve arşivlerin tarafsız bilimsel incelenmesini de içerecek şekilde bir diyaloğun uygulamaya konulması: Bu diyalogda Türk, Ermeni ve İsviçre temsilcileri ile diğer uluslararası uzmanlar da yer alacaklardır. (
Temsil ettikleri fikirler nedeniyle Ermenistan ve İsviçre terazinin bir kefesindeki taraf, Türkiye ise yalnız başına diğer kefede yer alan öteki taraftır. Sayısal durum daha başlangıçta ikiye bir gibi dengesizlik göstermektedir. İsviçre, Türkiye'nin tezi aleyhinde yasa bile çıkarttığına göre nasıl tarafsızlaşacak, tarafsız nasıl davranabilecektir?)
Zamanı, hükûmetler arası komisyonun ilk toplantısından en geç bir ay sonra..."